'Avrupalı sinemacılar bu tabloyu incelemeli'. Tunca Arslan
Odatv.com. 4 Ocak 2009
Geride bıraktığımız ve Türk sineması açısından ilginç, renkli, verimli bir yıl olarak nitelenebilecek 2008, öncelikle tam 53 yerli filmin gösterime girmesiyle akıllarda yer edecek. Beş on yıl önce birisi böyle bir tahminde bulunsaydı, kimseler inanmazdı herhalde. Gerek, eskilerin “iş filmi” diye tabir ettikleri popüler yapımlar, gerekse festival seyircilerini etkilemeyi hedefleyen “sanat filmleri” açısından 2008’de çıtayı hayli yüksek tuttu Türk sineması. Hollywood egemenliği karşısında yıllardır çaresiz kalan, komisyonlar kurup özel yasalar çıkartmalarına rağmen Amerikan filmlerinin kendi ülkelerinin “box-office” listelerinde en tepelere yerleşmesine engel olamayan Avrupalı sinemacıların ağzının suyunu akıtan bu tablo, özel olarak incelenmeyi hak ediyor gerçekten de. Düşünsenize, yıl boyunca salonlara çıkan 274 film içinde en çok iş yapan ilk 10 filmin tamamı, sinemamıza ait. Recep İvedik’lerin, O... Çocukları’nın, AROG’ların, Süper Ajan K9’ların vb. estetik düzeyi, kalitesi ayrı konu; ne olursa olsun bu sonucun küçük çaplı bir “mucize” olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun dışında, kendi açımdan 2008’e damga vuran ilk üç sinema olayını şöyle özetleyebilirim:
1) Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da Üç Maymun’la En İyi Yönetmen dalında Altın Palmiye kazanması… Ceylan’ın alabildiğine yalın, açık, net ödül konuşmasının, son yıllarda şifrelere, sırlara, alt anlamlara çok merak salan sanat camiamızda, “Acaba ne demek istedi… Bence şunu demek istedi…” türünden yorumlarla karşılaşması da tadından yenecek gibi değildi doğrusu.
2) Altın Portakal jürisinin, başta Üç Maymun olmak üzere, Süt, Hayat Var, Pandora’nın Kutusu gibi “favori” filmleri es geçerek, İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in Pazar: Bir Ticaret Masalı filmini baş tacı etmesi… Jüri, son yılların en tartışmalı kararlarına imza attı. Eğer jüri başkanı, Tuncel Kurtiz gibi kültür-sanat yaşamımızın en saygın, herkesin kabulünü gören ve dürüstlüğüyle tanınan bir isim olmasaydı, inanın söylentilerin ardı arkası kesilmez, kan adeta kan gövdeyi götürürdü.
3) Genç bir yönetmen olan Özcan Alper’in, ilk uzun metrajlı filmi Sonbahar’da, 40 yıllık sinemacılara taş çıkartan olgunlukta bir sinema dili tutturması, son derece ekonomik, hiçbir eksiği-fazlası olmayan öyküsüyle yediden yetmişe herkesin takdirini kazanması… 19 Aralık 2000’de düzenlenen Hayata Dönüş Operasyonu’nu yaşamış, uzun süredir kaldığı cezaevinden hasta olarak çıkan genç bir siyasi hükümlü olan Yusuf’un, Karadeniz’deki köyüne dönerek bir anlamda “ölüme yatış” gerçekleştirmesi ve fahişelik yapan Gürcü bir kızla “kırık bir aşk” ilişkisine girmesini anlatan Sonbahar, “gerçekçilik”in gücünü ve etkisini gösterdi bir kez daha. Sonbahar’la birlikte Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu ve Rüya Arzu Köksal’ın tartışmalar yaratan çarpıcı belgeseli, Karadeniz Sahil Otobanı projesini müthiş bir anlatımla eleştiren Son Kumsal filmlerinin de sinemamızda hayli dikkat çekici bir “Karadeniz Üçlemesi” oluşturduğunu söylemek mümkün.
|
'Doğa Savaşçıları'. Turan Bahadır
Taka Gazete. 25.12.2008
Dünyayı gezmişler; şimdi de Türkiye’yi gezdiriyorlar.
Konuklarına, bireysel yada tur olarak, Türkiye’nin tarihi, coğrafi ve kültürel özelliklerini kazandırmaya çalışıyorlar./ Mütevazı oldukları kadar da donanımlı iki insan: Rüya ve Aydın.
Boş buldukları zamanlarında-aslında boş zamanları yok, yani turizm rehberliği dışında-kameraları duyguları, düşünceleri ve gözleri, kulakları oluyor onlara…
Gezmek-gezdirmek ve kültürel alış-verişte bulunmak onların işidir zaten…
Beş yıl kadar önce, düşmüşlerdi Karadeniz’in yollarına. Dağlarını, yaylalarını gezmişler; dağlar kadar, yaylalar kadar doğal insanlarının yaşamlarını izlemişler; otantik kılık kıyafetlerle dünyanın en candan, en yürekten, en içten köylülerinin yayla göçlerini çekmişler...
Köylerinden dağların doruk noktalarına kadar, yollarını, sığırlarını, püsküllerini, çıngıraklarını, sırtlarında camadanlarını, konaklamalarını, yemelerini, dinlenmelerini… kameralarının içinden geçirmişler ve muhteşem bir belgesel ortaya çıkmıştı:
Yollar Çimen Bağladı.
Yollar Çimen Bağladı, Karadeniz’in doyumsuz güzellikleri kadar güzel, “yaylada yaşamanın” meşakkatleri, yorgunlukları, hoşlukları ve güzellikleriyle yoğrulan ödüllü bir belgesel…
Rüya ve Aydın, bu kez kameralarını, birer doğa savaşçısı olarak, “yok edilen Karadeniz kıyılarına, koylarına, pilajlarına, kumsallarına” çevirdiler.
Dev makinelerle dağların denizlere yıkılışını,/ denizlerin / koyların / dolduruluşunu / kumsalların yok edilişlerini / insanların denizden koparılışlarını / “biz balıkları değil insanları düşünürüz” yozluğunda ve sığlığında bakanları / ve politika yürütenleri / insanlarla deniz arasına konulan dev duvarları / “T” lerin birer hançer gibi, tüm çirkinlikleriyle Karadeniz’in bağrına saplanışlarını ve denize bağlı gelişen bir sosyal hayatın nasıl yok edildiğini gördük.
Ormanların, vadilerin değiştirilişlerine tanık olduk.Bütün bunlar ve daha fazlası Rüya Arzu Köksal ve Aydın Kudu’nun beyinlerinde “Son Kumsal” ı yarattı.
Son Kumsal, yaklaşık 500 km’lik bir kıyının “yol adına, hizmet adına” yok edilişinin ve Karadeniz’in öldürülüşünün öyküsüdür. Türkiye’de ve uluslar arası yarışmalarda sayısız ödüller aldı.
Ne koyu, ne kıyısı, ne kumsalı kaldı Karadeniz’in; zorunlu kalan birkaç plajı, birkaç kumsalı ve kıyısı dışında… Dalgalar açılmıyor çarşaf gibi / yayılmıyor kumlara. Kimseler yürümüyor, dolaşmıyor, koşuşmuyor köpükler arasında./ Ne ay, ne güneş, ne yıldızlar / sarmaş-dolaş olmuyor dalgalarla / ışıl ışıl parlamıyorlar artık./ Kıyı yok, kıyılarda insanlar yok./ Deniz ıssızlaştı, deniz yalnızlaştı./ Çocuklar dalgaların gel-gitlerinde koşuşmuyorlar / sevgi sözcüklerini kumlara yazmıyorlar.
İşlerini bitiren kadınlar-kızlar, sözleşerek, hazırlıklarını tamamladıktan sonra deniz kıyısına,“pikniğe” gitmiyorlar./ Göl tavukları, martılar, ördekler, su çullukları, artık “çıkacak kıyı” bulamıyorlar; kumlara yayılan sularda yem aramıyorlar.
Dalganın sesi, “denizin ruhudur, konuşmasıdır, canlılığı, diriliğidir.” Deniz konuşmuyor, susuyor ve deniz küs… Ne kıyılarla, ne hayvanlarla, ne de insanlarla konuşuyor… Ne bulutları izliyor, ne esip savrulan rüzgarlarla dostluk kuruyor… Sosyal hayatla birlikte, yok olmuş denizin canlılığı ve diriliği…
Türkiye’nin en büyük projesi, Samsun’dan Sarp’a kadar bir sürü koyu, plajı, kumsalı ve sosyal hayatı yok ederek gerçekleşti. Karadeniz, Karadenizlinin hayatından sökülüp alındı.
İşte Rüya ve Aydın, Samsun-Sarp katliamının durdurulamamasının acısıyla “başka koylar, başka kıyılar, başka pilajlar, başka kumsallar ve başka sosyal hayatlar” yok edilmesin diye kolları sıvadılar. “Son Kumsal”la belgeledikleri “barbarlıkları, canavarlıkları” “başka denizler, başka insanlar yaşamasınlar” diye yollara düştüler.
Ne kadar acıdır ki, “vatan satmayı” özelleştirmeyle özdeşleştirenler, Abana’da ve İnebolu’da önlerini keserek, “perdelerini karartmışlardır.” Kovboy kasabalarındaki şerifler gibi, “bu gece, bu kasabayı terk edeceksin” demokratlığını(!) göstermiş belediye başkanı ve kaymakam olarak “kültür tarihine” geçmişlerdir. Bu belediye başkanı “bedava reklamdan ötürü” Rüya ve Aydın’a teşekkür etme “pişkinliğini” de göstermiştir.
Halkın tepkisizliği öldürdü kıyıları / kıyıların sorumluluğunu taşıyamayanların körlüğü / kof büyüklüğü / ve iğrenç çıkar hesapları…
Artık dereler kadar coşkulu değil Karadeniz / kımıldayamıyor / ve öfkesinden korkuluyor.
Kumlarında oynayan çocuklar / köpüklerinde yürüyen martılar ve kadınlar yok / kuşlar yem toplamıyor / deniz kokan rüzgarlar esmiyor / çakılların üstünde piknik yapan insanlardan eser kalmadı…
Her kıyı kasabası ve kenti denizsiz kaldı. Elimizde salt “Son Kumsal” var.
|